Ben Görgün Taner’i hep tanırdım, aslında hiç bir zaman tanıştırılmadığımız halde. Jazz müziğine tutkun bir insan olarak ben de onun düzenlediği jazz festivaline göre yaz tatilimi planlıyordum, ve festivalin sadık bir izleyicisi idim. Zaman zaman bir yerlerde karşılaştığımızda selamlaşırdık da ama hiç oturup da konuşmamıştık.
Ama gün geldi kader bizi bir araya ve zamana getirdi. Ben de onun benim jazz yazılarımın okuru olduğunu öğrendim. Ne tuhaf diye düşündük, neden daha evel yollarımız kesişmedi diye hayıflandık.
Görgün Taner’in ofisinde ilk kahvemi içerken bir yandan da etraftaki sonsuz sayıdaki CD’yi inceliyordum. İçinde olduğum mekan beni her sene 15 gün esir alan bir jazz festivalinin önce hayal edildiği, sonra da bin bir güçlükle hazırlandığı yerdi. Kendi halinde masasında duran bir puro kutusuna elim uzandı, kahveyle iyi gittiğini belli ki biliyordu, ama o sigara içmeyi tercih etti. Fotografçımız Sinan kamerasını doğrulturken biz gecikmiş bir tanışma faslını ardımızda bırakmıştık bile.
"Bu işe nasıl girdim diye soruyorsun, tesadüf diyebiliriz. Hayat tesadüflerle dolu. Kadıköy Maarif kolejini 1977’de bitirdikten sonra ODTÜ’de işletme okumaya başladım. Son sınıfta gelince ‘ben niye bunu okuyorum’ diye kendi kendime sordum. Okulu bıraktım ve bir daha üniversite sınavına girdim ve tek tercihim olan Boğziçi Üniversitesi tarih bölümünü kazandım. Şimdi yapabilirmiyim bilmiyorum, o zamanlar gençtik, içimizde bir delilik vardı. 1983 yılında daha henüz öğrenciyken arkadaşım Serdar Atav İstanbul Festivaline gelen sanatçılara rehberlik yapmamızı önerdi. Bu benim Istanbul Kültür ve Sanat Vakfındaki ilk işim oldu. O zamanlar Aydın Gün bey vakfın genel müdürüydü. Daha sonra vakfın düzenlemiş olduğu film festivalinde Kent sinemasında koordinatör olarak çalıştım. Böylece işe mutfaktan başlamış oldum. Ben Yavuz Baydar ve İzzet Öz’ün kuşağındayım. O devirlerde Türkiye’ye çok albüm gelmezdi, gelse de bizim alacak paramız olmazdı. Öğrencilik yıllarımda kısıtlı bütçemle ilk aldığım plak “Osibisa” oldu. Film festivali ile başladıktan sonra vakıfta çalışmaya başladım. Sonra zamanla İstanbul Müzik Festivalinin jazz bölümünü üstlenmiye başladım. O zamanlar şimdiki imkanlar yoktu. Faks daha çıkmamıştı. E-mail ve cep telefonunu hayal bile edemezdik. Teleks başında oturur programları denkleştirmeye çalışırdık. Çok zor anlar yaşardık. Sarah Vaughan öldüğünde onu konserinin yerine Asturd Gilberto ve Stan Getz konserini ayarlayıncaya kadar akla karayı seçtiğimizi hatırlıyorum.”
Hayatımın dönüm noktası Miles Davis konseri oldu. Miles Davis çok özel bir insandı.
Miles işin içerisine girince jazz severler bir an dururlar. Bizde sohbetimize bir Miles arası verdik ve onun 1988 de verdiği Istanbul konserini andık. O konser benim de yıllar boyunca hatırladığım özel konserlerden birisi olmuştu. Görgün festivalin eski katalog arşivinden o yıla ait olanını çıkarttı, beraberce baktık ve geçmiş günlere gittik ama bu uzun sürmedi, kaldığımız yerden devam ettik:
1993’de Aydın Bey vakıftan ayrıldı. Melih Fereli bey geldi ve onunla birlikte festivalin kapsamı da değişti. O zamanlar festival yaklaşık 1,5 aya yayılıyordu, Jazz ve benzeri müzikler de bu zamanın dörtte birini kapsıyordu. Festivalin kopseptini geliştirebilmek için jazzı ayırmak gerekiyordu. Sonra jazz müziğinin festival ayı Avrupa’da Temmuzdur. O ayda tüm Amerikalılar Avrupa’ya gelirler. 1994’te Jazz konserlerini yönetim kurulu kararıyla İstanbul Müzik Festivali kapsamından çıkarttık.
1994’te düzenlediğimiz 1. jazz festivalinden sonra İspanya’dan bir faks geldi. Avrupa Jazz Festivalleri Birliği olarak toplanıyoruz, bize katılır mısınız dediler. Her ülkeden bir festivali aralarına üye alıyorlardı. Bizi de aldılar. Tabi burada yer alabilmek için bir bütçeniz, vizyonunuz , programınız olması gerekir. Bu katılım bizim festivalin gelişimine de ışık tuttu.
Görgün’ün verdiği broşürde bu birliğin kapsamında Istanbul’dan başka hangi şehirler olduğunu öğrendim.Viyena, Montreal, Vienne, Montreux, Northsea, Umbria, Pori, Vitoria ve Molde jazz festivallerinden oluşan uzun bir listeydi bu. Avrupa Birliğine jazz kapısından da olsa çoktan giridiğimizi düşündüm. Ama daha da önemlisi tüm bu ülkelerin katılımı ile oluşan bu topluluğun başkanının Görgün olması idi. Finlandiyalı başkan ayrılınca topluluğun başkanlığına o seçilmiş. Mütavazi kişiliğiyle Görgün her ne kadar bu seçimi bir takım dengelerin içerisinden sıyrılmak olarak nitelendiriyorsa da biliyordum ki karşımdaki insan geldiği yere derin bir müzik sevgisinden kaynaklanan tutkuyla gelmişti.
Istanbul Jazz Festivalini diğerlerinden ayıran bir başka özelliği Görgün şöyle anlattı:
“Bizim festival diğerlerine göre çok yoğun bir festival değil. Katılan sanatçı sayısı daha az. Programlar çok sıkışık değil. Bu yüzden de sanatçılarla bire bir yakın olmak ve onlarla kişisel olarak ilgilenmek mümkün. Ama Montreux Festivalinde herkese müzik için 45 dakika vakit ayrılır. Bu süreyi bir dakika bile geçemezsiniz. Bir grup iner, 10 dakikada sahne değişir, diğeri çıkar. Jazz müzisyenleri Montreux’yu bir hayvanat bahçesine benzetirler. Bizde ise hala “human touch” dediğimiz şeyi vermek mümkündür. Diğer yerlerde sanatçıyı havalanında bir şöför elinde isim tabelası ile karşılar. Biz ise Istanbul’da herkesi havalanında karşılar, oteline götürür kişisel olarak tüm ihtiyaçları ile yakından ilgileniriz. Ona yakın oluruz. Avrupalılar kendi kültürlerinde bunu yapmıyorlar.
Türkiye’nin tanıtımı genel olarak zayıf. Bu yüzden festivale ilk olarak katılan jazz sanatçılarının bizden beklentileri de doğal olarak zayıf oluyor. Ama gösterdiğimiz sıcaklıkla onların gönlünü alıyoruz.
Bu sefer ben ona festival anılarımı anlattım. Micheal Brecker grubunun konserinin olduğu gün sabahtan beri yağmur yağmıştı. Bizleri festival yönetiminin dağıttığı naylon yağmurlukların içerisinde ve şemsiyeler altında görünce Brecker’ın yüzünün aydınlandığını ve çok keyifli çaldığını hatırlamıştım. Avrupa Jazz festivalleri Birliğinin parçası olmanın bizim festivalimize kattığı bir çok yön olmuş:
İlk dönemde İstanbul Jazz Festivalini tanıtırken ve geliştirirken, içinden çıktığı Istanbul Müzik Festivalinin başarısını ve birikimini kullandık.Daha sonraki çalışmalarımızda Avrupa Festivaller Birliği de bize çok katkıda bulundu. Festival anlayışımızı mahalli boyuttan çıkarıp, uluslararası boyutlara geçirdik. Bilgileri paylaştık, birbirimize ‘feedback’ verdik. Jazz festivali programlarının ana yapısı da, onlarla beraber yaptığımız toplantılardan ve konuşmalardan çıkıyor. Her yıl Temmuz ayında festival gerçekleştirilir. Boş olduğumuz tek ay Ağustostur. Eylül’de toplanır, program çalışmalarına başlarız. Hangi müzisyenleri getirebiliriz, kimlerin doğum, ölüm gibi sebeplerle anılması gerekiyordur, kim için özel bir senedir, tüm bunları ortaya koyarız. Bazen ortak projeler de üretiriz.
Çoğu zaman davulun sesi uzaktan hoş gelir denir. Çoğu insan bazen zamansızlıktan bazen de parasızlıktan tüm bu güzel konserlere gidemez. Böyle zamanlarda zaman zaman işi icabı bu konserlere gitmesi gereken insanların yerinde olmak da istemişizdir. Ben de o kişilerden biriyim ama Görgün bana aynanın öteki yüzünü de gösterdi:
"Ben de sizler gibi yerime oturup konserleri izlemek isterim ama bu hiç bir zaman mümkün olmaz. Bizler sizler gibi bir konsere gittiğimiz zaman sahnede çalınan müziğe konsantre olamayız. Ben kişisel olarak hep sahne arkasında olmak zorundayım. Mesele bir Keith Jarret sahnede çalarken her an piyanosunda teknik bir problem olabilir,ben hep diken üstünde otururum. Öyle bir anda hemen olaya müdahale edip durumu düzeltmeniz gerekebilir. Sürekli gözüm sahnededir, herşey tamam mı, bir eksiklik aksaklık var mı diye etrafı tarar dururum.”
Görgün Taner de bizim gibi bir Boğaziçi mezunu, Tarih bölümününün tek tercihi olduğunu söylemişti ama neden bu bölümü seçtiğini merak ediyordum:
Benim hep sosyal konulara ilgim oldu, 1980 öncesinden kalma bir ilgi bu. O devirlerde çok tarih okumuştum. Kütüphane kokusu diye birşey vardır. Bu koku beni hep çekti. Bir kokunun ardından gittim. Bizim ülkemizin insanlarında bir hafıza zayıflığı var. Geçmişten ders alamıyoruz. Geçmişten bir bilgi birikimi yok gibi davranıyoruz. Geçmişi irdeleyerek ders çıkartmıyoruz. Boğaziçi üniversitesine biraz da arkeoloji merakım yüzünden girdim. Ama zaman içerisinde Osmanlı tarihine merak sardım. Tarih bölümünün mecburi derslerini 3 yılda bitirdim. Ama mezun olmak için 1 yıl daha okumam gerekiyordu. O arada full time Istanbul Sanat Vakfında çalışmaya başladım. Yıl 1987 idi. Bu iş kanınıza girince bir daha asla çıkmaz.
Bu işin kanına gerçekten girdiğinin delili ‘Bir milyon doların olsa ne alırdın’ soruma verdiği cevaptan belliydi. Odadaki onca CD’nin tamamını hakkını vererek dinlemediğine emindim ama o bu para ile bol bol CD ve kitap almayı düşünüyordu. Bunları okuyamıyacağını o da biliyordu ama aynı tutkuyu paylaşan bir insan olarak onu hemen anladım. Asıl olan koleksiyonun etrafa verdiği sessiz bir ‘aura’ nın parçası olmanın güzelliği idi. Ama bu arada onun bambaşka bir yönünü keşfettim:
"Yemeğe de meraklıyım. Aynı zamanda yaparım da. Kendi spesiyalitem olan bir mantı çeşidi var. Babamın babası Bilecik’li. Ordan gelen bir aile geleneği olarak nohutlu mantı yapıyorumı.Tarifini mi istiyormusun ?, peki veriyorum.
Nohutu bir gün önceden ıslatıp ezersin. Sonra karabiber ve tuzla karıştıracaksın.. Yoğurulmuş nohutu dinlenmeye bırakmalısın. Ben yufkayı kendim açarım, kare kare keserim. Ortalarına bir tutam hazırladığım nohut ezmesinden koyarım. Bohça gibi kapatırım. İçinde sana yağı gezdirilmiş tepsiye dizerim. Tabi tereyağı da kullanabilirsin ama biraz ağır olur. Pişirmenin de bir usulü var tabi. Üzerine tavuk suyu gezdirdikten sonra fırına vereceksin. Ama fırına vermeden önce, tepsinin üstüne bir kat yufka kapat ki, kendi buharıyla pişsin. Bu üstüne kapatılan yufkaya şıpıdık deniyor. Ben Türk mutfağına meraklıyım. Bir ara Fatih dönemine ait yemek tarifleri topluyor ve yapıyordum. Bazen de yiyemeyip döküyorduk. Belki de damak zevkleri değişti.”
Bu tarifi duyduktan sonra onu daha iyi tanımış oldum. Kendi uslubünü geliştirmiş, yaşamın ince nüanslarına duyarlı, yaptığı işi dikkat ve titizlikle yapan bir insanla konuşuyordum. Bir gün beni bu mantıyı yemeye davet etmesini ummaktan başka çarem yoktu. Ben de ona kantinci Kazım ustanın ‘ıspanaklı tost’ tarifini ‘bonus’ olarak verdim. Bir anda bu konuşmayla tekrar Boğaziçine dönmüş olduk. O bana okulumun az bildiğim bir bölümünü anlattı:
"Ben ODTÜ’de okurken, 1980 öncesinin koşulları farklıydı. 80’li yılların sonrasının Boğaziçi Üniversitesi de çok farklı. Bence bir üniversite öğrenciyi sadece akedemik derslerle kısıtlamamalı. Aslında üniversite yaşamı bir insanın okul sonrası yaşamının perspektifini çizer. Hayat başarısını sadece üniversitede aldığınız notlar belirlemiyor.
Boğaziçi üniversitesinde, tarih bölümünde çok mükemmel hocalarla okudum. Zafer Toprak, Selçuk Esembeli, Selim Deringil, Abdullah Kuran, Aslıhan Yener, Anhony Greenwod, her biri teker teker bende derin izler bıraktılar. Dersler alışılmış anlamda ders gibi yapılmazdı. Abdullah hocadan aldığım dersin zevkini başka hiçbir yerde alamadım. Olay asla not almak değildi. Hocalar öğrencilerine ‘bu insanları nasıl geliştirebiliriz, okuma alışkanlıklarını nasıl geliştirebiliriz, kendilerini geliştirmeleri için nasıl rehber olabiliriz’ anlayışı ile yaklaşırlardı. O devrin üniversitesinde tıpkı bizim Jazz festivalinde gerçekleştirdiğimiz gibi bir ‘human touch’ vardı. Tartışmalara açıktık. Selim Deringil’in dersinde Peroy Anderson okutulurdu. Tarih bölümünde sınıflar 20-25 kişiydi. Bazı derslerde bu 10-15 olurdu. Tabi bu durumda iletişim de farklı olurdu. Sürekli konuşma ve tartışma ortamı vardı. Yasaklarla disiplinin sağlanamıyacağını orada farkettim".
Görgün’e aslında bu tarz eğitimin Boğaziçi Üniversitesinin Robert Kolej kültüründen gelen bir uzantısı olduğunu söyledim. Bu arada değişik müzikler dinlemeye devam ediyorduk. Bir ara CD’ler arasında bulunan Kenny Barron-Regina Carter ikilisinin albümü gözüme çarptı. Jazz dergisi için yazacağımız festival yazıları arasında bu ikilinin konseri de vardı. Regina Carter’ın kemanı Kenny Barron’un sihirli tuşlarına karışırken ona en merak ettiğim soruyu, jazz’ın onun için ne demek olduğunu sordum:
"Tabi bu kelime yaşamımda çok önemli bir yer tutuyor. Ben 70’li yıllarda müziğe rock dinleyerek girdim. Jazz’a başlamam ise Miles Davis ile oldu. Sonra Keith Jarret’in ‘Return to Forever’ grubunu keşfettim. Benim içimdeki jazz duygusu bu ikisini dinledikten sonra dallandı, budaklandı.
Jazz kocaman bir şemsiye veya belki de bir ‘puzzle’. Bir çok şeyi bir araya getiren bir ‘puzzle’. Jazz kolay bir müzik değil. Ne dinlemesi, ne icrası kolay.”
Bu arada bir çok jazz sanatçısının yaşadıklarını jazz olarak çaldıkları festivali düzenliyen ev sahibimin kendisinin hiç bir enstruman çalmadığını öğrendim. Masanın üzerinde gözüme çarpan fotograf Görgün’ün bu yıl piyanoya başlamış olan 8 yaşındaki kızına aitti. Kız Pekinel kardeşlerin piyano çalmasından etkilenmiş olacak ki babasından kendisini onların konserine götürmesini istemiş. Söz aileden açılmışken eşi Engin İymen’in mimar olduğunu ve Latin ve Brasil müzikleri dinlediğini de öğrendim. Mimar olduğu için evin alt ve üst yapısından da o sorumluymuş. Görgün de benim gibi evde bir ampul bile değiştirmiyormuş. Bu özelliğini ‘önemli olan sevdiğin işi yapmak, bence herşeyin düğümü bu’ diye açıklıyor. Aynı açıklamayı ben de hayat arkadaşıma yapabileceğimi düşünerek rahatladım.
Ben de ona ampul konusundaki benzerliğimizden ve ‘Blues Brothers’ konserine nasıl kızımın isteği ile gittiğimizden bahsediyorum. Kızım bir radyo programında jazz virüsünün o konser sırasında kanına girdiğini anlatmıştı. Istanbul Jazz Festivalinin bilip bilemediğimiz kimlerin yaşamını etkilediğini tartıştık:
"Festivalin amacı giderek şu oldu. Dünya değişiyor, dünya ile birlikte müzik ve müzik anlayışı değişiyor. Biz mümkün olan en geniş müzik paletini dinleyicilerimize sağlamak ve komşu müziklerden yola çıkarak jazz ile insanlarımızı buluşturmak istiyoruz. Jazz konusunda insanlarda bir merak uyandırmak istiyoruz. Jazz kavram olarak klasik müzikten daha geniş ve esnek. Bir çok müziği jazz çerçevesine almak mümkün. Ancak bazen festivaldeki konserlerin jazz kavramının dışına da çıktığı oluyor ama bu bizim felsefemize göre kabul gören bir şey.
Bize göre festival, bir platform. İsteyen istediğini dinlemekte serbest. Hiçbirşeyi dinlemek için zorunluluk yok. Herkes özgürce bizim sunduğumuz menüden kendi anlayışına göre bir çerçeve seçiyor.”
Ben bu menüden çok yararlanmış bir insan olarak onunla aynı görüşleri paylaşıyordum. Ama sırasının geldiğini düşünerek ondan gelecek için planlarını anlatmasını istedim.
“21 Mart 1959 doğumluyum, koç burcuyum, 41 yaşındayım. Güzel şeyler yaşadım ama yaşamımın bundan sonrası için de planlarım var.
Önce şu mevcut festivali bir New Orleans jazz festivali gibi bir festival haline getirmek istiyorum. New Orleans de her türlü müzik var, jazza yakın müzikler de var. Ve bunların hepsi çok değişik mekanlarda, şehrin içinde yayılmış olarak çalınıyor, dinleniyor.
İstanbul içinde aynı anlayış geliştirilebilir. Bizim festivalin daha yaygın olmasını istiyorum. Mesele niye şehir hatları vapurunda bir konserimiz olmasın? Niye Heybeli Ada’da jazz dinlemeyelim? Festivali kentin bir arada soluduğu tüm insanların tam olarak katılarak dinlediği bir festival haline getirmek istiyorum. İleriki projelerimiz arasında jazz festivalini Türkiye’ye yaymak var. Mesela Şile’de, Tekirdağ’da, Lapseki’de konserler dinleyebiliriz.
İçinde bulunduğum kurum – İstanbul Kültür Sanat Vakfı- aslında bir okul. Bu camiada bir çok kişi çalışıyor, birçok kişi de geçmişte çalışmış. Bir çok kişi değişik görevlerde bulunmuş. Bizler kendi izleyicimizi kendimiz yarattık. Bugün gelinen noktada insanlar festival için yaz tatili programlarını festivale göre ayarlıyorlar. Ben bu okulun bir parçası olarak kalmak istiyorum. İlerde jazz festivaline çok katkısı olmuş, onun sayesinde birçok güzel konser izlenmiş bir insan olarak anılmak istiyorum. İleride arkaya baktığım zaman çocuklarıma anlatacak birşeylerim olmalı.
Ama yaşam beklentilerim bunlarla da sınırlı değil. Yemek konusu ile ilgilendiğimi söylemiştim. Belki ilerde bir lokantada şef de olmak isterim. Bir türlü yazmayı bitiremediğim bir Rumelihisarı tarihim var. Uzun yıllar o mahallede oturdum. Belki bitirip onu yayınlarım.”
Görgün Taner ile keşke daha evel tanışsaydım demiyeceğim, çünkü bana göre yaşam geçmişe üzülerek değil, geçmişten ders alarak geleceğe bakılan bir süreçtir. Zaman sınırlı, görülecek şeyler ise sonsuzdur.
Umarım sevgili Görgün bir gün kitabını bitirir, hatta belki de bir lokanta açar ve kendi özgün yemeklerini bizlere tattırır.
Ama o günlere daha çok var diye düşünüyorum.
Ben kendisi ile tanıştığımız gün Görgün Taner’in kişiliğinde yeni Türkiye insanın modelini gördüm. Kendisine empoze edilen standart eğitim ve yaşam biçimlerinin ötesine geçebilen bir insan modeliydi o. Yüreğinin götürdüğü yere giden, işletme veya mühendislik okuduktan sonra finans master’ı yapmamış, cam gövdeli akıllı binalardan birinde çalışmayan, toplumun bildiği benimsediği modellerin hiç birisine itibar etmemiş bir insan. Kendi modelini kendi çizmiş ve doğru bildiği yolda yürüyen bir insandı o.
Bana göre Görgün Taner’in bu üniversitenin genç insanlarına sessizce söylediği çok önemli mesajlar var.
Şimdi artık tanıştık, onu eskisi kadar merak etmiyorum. Ama merak ettiğim bir şey var. Şu mantının üzerine sarmısaklı kırmızı biberli erimiş yağ dökülüyormuydu, dökülmüyor muydu?
BÜMED dergisinde yayınlanmıştır